
Mustafa Kemal ATATÜRK
"Bir millete hizmet eden onun efendisi olur."
Türk milleti kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan kimseleri ve kurulan zorluk karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek onur duygusuyla doludur.
Yaşamı
Kendi Anlatımıyla

(Mustafa Kemal Paşa, 10 Ocak 1922'de Vakit Gazetesi'nde yayımlanan, Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin (Yalman)'a verdiği mülakatında kendi hayatını anlatmıştır.)
- Çocukluğuma ilişkin ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesiyle ilgilidir. Bundan dolayı annemle babam arasında aşırı bir mücadele vardı. Annem ilâhîlerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Dairesinde memur olan babam o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okulu'na devam etmem ve yeni yöntem üzerine okumamdan yanaydı.
Sonunda babam işi ustaca bir biçimde çözümledi. Öncelikle alışılmış törenle mahalle okuluna başladım.
Böylece annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu'na yazıldım.
Az zaman sonra babam öldü. Annemle birlikte dayımın yanına yerleştik. Dayım köy hayatı yaşıyordu. Ben de bu hayata karıştım. Bana görevler veriyor, ben de bunları yapıyordum. Başlıca görev tarla bekçiliği idi. Kardeşimle birlikte bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuz ve kargaları kovmakla uğraştığımızı unutamam. Çiftlik hayatının öteki işlerine de karışıyordum.
Böylece biraz vakit geçince annem, okulsuz kaldığım için kaygılanmaya başladı. Sonunda Selânik'te bulunan teyzemin evine gitmeme ve okula devam etmeme karar verildi: Selânik'te liseye yazıldım. Okulda Kaymak Hafız isminde bir öğretmen vardı.
Bir gün sınıfımızda ders verirken başka bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Öğretmen beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün bedenim kan içinde kaldı. Büyükannem zaten okulda okumama karşıydı, hemen okuldan çıkardı.
Yakınımızda Binbaşı Kadri Bey isminde bir kişi oturuyordu. Oğlu Ahmet Bey askerî ortaokula devam ediyor ve okul giysisi giyiyordu. Onu gördükçe ben de böyle giysi giymeye hevesleniyordum. Sonra sokaklarda subaylar görüyordum. Bu aşamaya ulaşmak için izlenmesi gereken yolun askerî ortaokula girmek olduğunu anlıyordum.
O sırada annem Selânik'e gelmişti. Askerî ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çekiniyordu. Asker olmama zorla engel olmaya çalışıyordu.
Kabul sınavı zamanı ona sezdirmeden kendi kendime askerî ortaokula giderek sınav verdim. Böylece anneme karşı oldu bitti olmuş oldu.
Ortaokul'da en çok matematiğe ilgi duydum.
Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar, belki de daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde işlerle ilgileniyordum. Yazılı sorular yazıyordum, matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
Öğretmenimin ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki; "Oğlum, senin de ismin Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra adın Mustafa Kemal olsun!"
O zamandan beri adım gerçekten Mustafa Kemal kaldı. Öğretmen sert bir adamdı. Sınıfta birinci, ikinci tanımıyordu. Bir gün bize:
"Aranızda kimler kendine güveniyorsa kalksınlar onları çalıştırma danışmanı yapacağım" dedi, öncelikle duraksadım. Ayağa öyleleri kalktı ki ben kalkmamayı yeğledim. Bunlardan birinin danışmanlığı altına girdim. Görüşmenin sonunda dayanma gücüm son noktaya geldi. Ayağa kalkarak;
"Ben bundan iyi yaparım dedim. Bunun üzerine öğretmen beni çalıştırma danışmanı yaptı, eski danışmanı benim danışmanlığım altına verdi.
Askerî ortaokulu bitirdiğim zaman merakım oldukça ileri gitmişti. Manastır Askerî Lisesi'nde matematik pek kolay geldi. Bununla uğraşmayı sürdürdüm. Ancak Fransızca'da geri idim. Öğretmen benimle çok uğraşmıyor, acı uyarılarda bulunuyordu. Bu uyarılar benim çok gücüme gitti. İlk ev izni zamanında çözüm aradım. İki, üç ay gizlice Frerler Okulu'nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.
O zamana kadar edebiyatla çok ilişkim yoktu, Merhum Ömer Naci, Bursa Lisesi'nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrendim. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Ancak yazı (kompozisyon) öğretmeni diye yeni gelen bir kişi, bana şiirle uğraşmayı yasakladı.
"Bu meşgale biçimi seni askerlikten uzaklaştırır" dedi. Bununla birlikte güzel yazı yazma isteği bende kalıcı oldu.
Lisede iken dirençle çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimizde güçlü bir gayret vardı. Sonunda liseyi bitirdim. Harp Okulu'na geçtim. Burada da matematiğe ilgim devam ediyordu. Birinci sınıfta temiz gençlik düşlerine tutuldum. Dersleri aksattım. Yılın nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.
İkinci sınıfa geçtikten sonra askerlik derslerine ilgi duydum. Şiir yazmaya ilişkin lise öğretmeninin koyduğu yasağı unutmuyordum. Ancak güzel söylemek ve yazmak isteği kalıcı idi. Ders aralarında kompozisyon alıştırmaları yapıyorduk. Saati elimize alıyor "Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim" diye yarışma ve tartışmalar düzenliyorduk.
Harp Okulu yıllarında siyaset düşünceleri baş gösterdi. Duruma ilişkin henüz etkili bir düşünce oluşturamıyorduk. Sultan Hamit Dönemi idi. Namık Kemal Beyin kitaplarını okuyorduk. Kovuşturma sıkı idi. Çoğunlukla ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi yurtsevercesine eserleri okuyanlara karşı kovuşturma yapılması, işlerin içinde bir kötülük bulunduğunu sezdiriyordu, Ancak bunun iç yüzü gözlerimiz önünde bütünüyle netleşmiyordu.
Kurmay sınıflarına geçtik. Alışılmış derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların üstünde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni düşünceler açığa çıktı. Ülkenin yönetiminde ve siyasetinde bozukluklar olduğunu keşfetmeye başladık.
Binlerce kişiden oluşan Harp Okulu öğrencisine bu keşfimizi anlatmak isteğine kapıldık. Okulun öğrencileri arasında okunmak üzere okulda el yazısıyla gazete kurduk.
Sınıf içinde küçük teşkilatımız vardı. Ben Yönetim Kurulu'nda idim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.
O zaman okullar müfettişi İsmail Paşa vardı. Bu işlerimizi keşfetmiş, izlettiriyormuş. Okulun müdürü Rıza Paşa isminde bir kişiydi. Bu kişinin, padişah katında İsmail Paşa tarafından yanlışı ortaya çıkarılmış;
"Okulda böyle öğrenci var. Ya farkında olmuyor ya görmezden geliyor" denilmiş. Rıza Paşa konumunu korumak için inkâr etmiş.
Bir gün, gazetenin gereken yazılarından birini yazmakla uğraşıyorduk. Veteriner dersliklerinden birine girmiş, kapıyı kapamıştık, kapı arkasında birkaç nöbetçi duruyordu. Rıza Paşaya haber vermişler, sınıfı bastı. Yazılar masa üzerinde ve ön tarafta duruyordu. Görmemezlikten geldi. Ancak dersten başka şeylerle uğraşmak nedeniyle tutuklanmamızı buyurdu. Çıkarken:
"Yalnız izinsizlikle yetinebilir" dedi. Sonra hiçbir ceza uygulamasına gerek olmadığını söylemiş. Böyle davranmasında kendine yüklenen eksikliği ortaya çıkarmak çabasının etkisi olmakla beraber iyi niyet de inkâr edilemezdi.
Kurmay Subaylar Grubu sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam ettik. Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul'da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketlerimizin hepsi izleniyordu ve biliniyordu.
Bu sırada Fethi Bey adına eski arkadaşlardan subay iken askerlikten uzaklaştırılmış bir kişi karşımıza çıktı. Kendisinin yoksulluğundan, yardıma ihtiyacı olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından söz ederek bize sığındı. Biz de bu kişiyi sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya ve kendisine yardım etmeye karar verdik.
İki gün sonra kendisinin isteği üzerine bir yerde görüşecektik. Gittiğim zaman yanında Saray'a mensub bir de yâver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey adında bir kişi vardı, anında götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tutukladılar. Fethi Bey oysa ki İsmail Paşanın gizli polisi imiş. Bir süre hücre hapsinde kaldım. Sonra Saray'a götürdüler. Sorgulandım. İsmail Paşa, Başkâtip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Sorgudan anladık ki gazete çıkardığımızdan, teşkilât kurduğumuzdan, apartmanda çalıştığımızdan özet olarak, bütün bu işlerden dolayı zan altında olmak, şüphelenilmek... Daha önceki arkadaşlar yaptıklarını kabul etmişler, birkaç ay böyle tutuklu kaldıktan sonra bıraktılar.
Birkaç gün sonra Kurmay Subaylar Grubu Dairesi'ne tüm kurmay subay arkadaşları çağırdılar. Eşit olarak Edirne ve Selânik'te yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kur'a çekileceğini, ancak aramızda anlaşırsak kur'aya gerek kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Gerçekten ufak bir anlaşma sonunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık. Bu davranış biçimini aramızda teşkilâtlar bulunduğuna delil diye telakki ettiler. Beni Suriye'ye sürdüler. Şam'da bir atlı asker kıtasına staj yapmaya görevlendirilmiştim. O sıralarda Dürzülerle bazı meseleler vardı. Dürzüler üzerine askerî birlikler gönderiliyordu. Ben de bu arada gittim. Dört ay orada kaldım.
"Hürriyet Cemiyeti" adında bir dernek kurduk. Bunu genişletmek için aldığımız önlemler arasında benim çeşitli asker sınıflarında staj yapmak bahanesiyle Beyrut, Yafa ve Kudüs'e gitmem vardı.
Böylece hareket ettim. İsimlerini saydığım yerlerde teşkilat yapıldı. Yafa'da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilât daha güçlü oldu. Ancak Suriye'de istediğim derecede işi oluşturmak imkânsız görünüyordu. Bende işin Makedonya'da daha seri gideceği kanısı vardı. Oraya gitmek için çözüm düşünmekteydim.
Sürgüne ilişkin hakkımda çıkan buyrukta; "Kolay araçlarla memleketine gidemeyecek bir yere gönderilmesi" şartı vardı. Bu yüzden Makedonya'ya gitmek güçtü. O sırada bir yanlışlık ürünü olduğuna kuşku olmayan bir izin belgesi elimize geçti. Buna yanlışlık denebilir. Ancak bu yanlışlık şurada burada çalışan komite ileri gelenlerinin çalışması sonucu olarak ortaya çıkarılmıştı.
Bu belgeye göre izinli olarak İzmir'e gidebilecektim, işin içinde bir yanlışlık olduğunun ortaya çıkacağını anlıyordum. Ancak o sırada Selânik'te Topçu Müfettişi bulunan Şükrü Paşanın oldukça yurtsever bir kişi olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve amacımı az çok açıkça anlattım. Bu amaçların seri biçimde yapılması Makedonya'ya gitmeme bağlıydı. Kendi nitelikleri hakkında duyduğum şeyler doğru ise yol göstermesini istedim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Ancak ne şekilde olursa olsun kendiliğinden Selânik'e gidersem işi sağlamlaştıracağını dolaylı olarak bildirdi. Belgeyi cebimize koyduk. Makedonya'ya gitmek üzere hareket ettim. Ancak hareketin ardından Meselenin ortaya çıkması ihtimaline karşı izimizi kaybettirmek için öncelikle Mısır'a, sonra Yunanistan'a gittim. Ola ki bir bilgi olursa oralardan geçerken Yafa'dan bildireceklerdi. Hiçbir şey yazmadılar. Kılık değiştirerek Selânik'e girdim. Bir gece, Şükrü Paşayı gördüm. Benimle temas kurmaktan korkuyordu. Ben önemli bir dayanak noktası bulmaksızın dört ay kadar Selânik'te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, dört ay kadar Selânik’te kaldım. Bu sırada okul müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara amaçlarımı anlattım. Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini kurdum.
Selânik’te bulunduğumu İstanbul haber alarak kovuşturmaya başladı. Oradan yeniden kılık değiştirerek Yafa’ya geldim. O zaman bir Akabe meselesi vardı. Kendimi anında sınıra görevlendirdim. Arandığım zaman sınır üzerinde hazır bulundum.
Toplam iki buçuk, üç yıl Suriye’de kalmıştım. Bu süre içinde her şey unutulmuştu. Makedonya’ya aktarılmak için resmen başvurdum. Amacıma sonunda ulaştım.
Selânik’e geldiğimde bizim Hürriyet Cemiyeti’nin Terakkî ve İttihat adını aldığını duydum. Doktor Nazım Bey Paris’ten Selânik’e gelmiş. “Terakkî ve İttihat Derneği’nin tarihte yeri var. O ad altında çalışırsa daha iyi etki eder” diye arkadaşları inandırmış. Dernek o isim altında çalışmayı sürdürdü. Resmî görevim, kurmay subaylar grubunda mareşallik emrinde idi. Ben bu durumda iken 1908 yılı geldi ve Meşrutiyet ilân edildi.
Meşrutiyet’ten sonra tüm kişiler ortaya çıktı. O zamana kadar temiz ve güzel çalışıyorduk. Ben herkesi böyle biliyordum. Şahsî gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların davranışlarının eleştirilmesinin gerektiğini gördüm. Eleştirmekten çekinmedim.
Bu kötülükleri bir yana atmak için ilk düşündüğüm önlem, ordunun siyasetten çekilmesi teorisiydi. Bunu öteki arkadaşlar uygun görmüyorlardı. Sonunda 31 Mart Olayı oldu. Bu olay üzerine Makedonya’dan giden bölüğün ve ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan güçlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim. Başlangıçta komutan Hüsnü Paşa idi. “Hareket Ordusu” ismini ben buldum. O zaman bunun anlamını kimse anlamamıştı. Mesele şundan ibaretti:
İstanbul’a seslenen bir bildirge yazmak gerekti. Bunu ben yazdım. Sonra elçilere seslenerek ikinci bir bildirge yazdık. Buna ne imza konması gerektiğini düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Oysa ki tüm ordu Hürriyet Ordusu durumunda idi.
Hareket hâlinde olan orduların durumunu göstermek için “Hürriyet Ordusunun operasyon güçleri” denildi. Ben “Operasyon” sözcüğünün Türkçe’ye çevirisini düşünerek “Hareket Ordusu” deyimini kullandım.
31 Mart meselesi çözümlenince yeniden Selânik’e döndüm. Ordunun dernekten ayrılması ve siyasetle uğraşmaması görüşünü bu kere daha güçlü ileri sürmeye başladım.
Meşrutiyetin ilânından sonra teşkilât kurmak için Trablusgarb’a gönderilmiştim. Her defa orada İttihat ve Terakkî Kongresi’ne delege seçiliyor, ancak gitmiyorduk. Bir kere yalnız bu amacı anlatmak için gittim. Amacımı kabul ettirdim. Ancak muvaffakiyet yalnız kongrenin teorik yargısı olarak kaldı, uygulanmadı. İttihat ve Terakkî’nin bazı kişileri ile aramızda Meşrutiyet’ten sonra başlayan aykırı düşünceler son derece güçlendi ve tam bu ana dek sürdü.
Bundan sonra yeni ordu teşkilatı yapıldı. İzzet Paşa Kurmay Başkanı oldu. Ben bu teşkilatta Selânik Kolordusu Kurmayına küçük rütbede bir subay olarak katıldım. Henüz kolağası rütbesinde idim. Ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bundan dolayı sözlü ve yazılı birçok eleştiriler yapmak mecburiyeti ortaya çıkıyordu. Bu eleştirmeler özellikle eski komutanları incitiyordu. Bunun, benim tecrübeli olmaktan çok teorisyen olduğumdan ileri geldiği düşüncesine kapılıp ceza olarak beni 38.Piyade Alayı’na komutan yaptılar. Bu görevlendirme kızgınlık yüzünden gerçekleşmedi. Alay Komutanlığını yerine getirdiğim sırada Selânik’te bulunan tüm garnizon birlikleri, alayın uygulamalarına kendiliklerinden katılmaya başladılar. Verilen konferanslara öteki subayların katılımı görüldü. O zaman Selânik’te bu çalışmalardan kuşkulandılar. Beni Mahmut Şevket Paşa aracılığıyla İstanbul’a çağırdılar. Genelkurmay’da bir göreve atadılar.
Selânik’te bulunduğum sırada Arnavutluk harekâtıyla uğraşmıştım. Öncelikle Şevket Turgut Paşa görevli iken, Mahmut Şevket Paşa kendisi Arnavutluk harekâtını ele almıştı. Beni de Kurmay Başkanı diye birlikte götürdü.
İstanbul’a çağrıldığım zaman İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdılar. Ben de isim ve kılık değiştirerek bazı arkadaşlarla birlikte Mısır’a, oradan Bingazi dolaylarına gittim. Bir yıl kadar süren savaş sırasında Bingazi kuvvetleri komutanlığında bulundum.
Asıl memlekette de Balkan Savaşı başlamıştı. Bulgar ordusu Çatalca çizgisine ve Bolayır’ın kuzeyine geldiği bir sırada İstanbul’a döndüm.
Bu yılın sonunda Genel Savaş ilân olundu. Olagelen başvuru ve isteğim üzerine Tekirdağ’ında şu çok yakın zamanda kurulan 19.Tümen’e komutan oldum. Arıburnu’nda, Anafartalar’da bulundum. İngilizler çekilip gittikten sonra bir ay Edirne’de 16. Kolordu ile kaldım. Sonra Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır ve çevresine gittim. Orada yaptığımız önemli savaşlardan biri, Bitlis ve Muş’un Ruslar’dan geri alınmasıdır.
Savaşın son aşamasında bazı düşüncelerim kabul edilmeyince komutayı da geri çevirerek İstanbul’a döndüm.
O sıralarda idi. Veliaht ile birlikte Alman genel karargâhına gittik ve Alman batı cephesinin bazı bölümlerini gördük. Bu gözlemimden, Hindenburg ve Ludendorf ile görüşmelerimden sonra geçmiş isteklerimdeki yerindeliğe daha çok inandım.
O zaman oluşturduğum son fikir, Genel Savaş’a girildiği ilk anda söylemiş olduğum düşüncenin aynı olarak belirdi.
Bu geziden hasta olarak İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir iki ay tedavi gördükten sonra, tedavi amacıyla Viyana’ya gittim. Orada Sanatoryum’da bir ay yattım. Bir süre de Karlsbat’da kaldım.
Diğer yandan Sina cephesinde, benim önceden raporlarda açıkladığım kötülükler aynen vaki oldu!
Bunun üzerine Falkenhayn Almanya’ya çağrıldı, yerine Liman Von Sanders görevlendirildi. Birkaç gün sonra iki Alman generalinin yanında padişah katına çağrıldım. Amacın, beni yeniden Yedinci Orduya göndermek olduğunu öğrenmiş bulunduğum için yalnızca kabul edilmek istediğimi gösterdim. İlk çağrı biçiminde ısrar edildi ve bana Yedinci Ordu’ya komutan atandığımdan söz edilerek görev yerime yapacağım işlere ilişkin emir verildi. Bu emir, bana verilen görev ve yetkiyle yerine getirilemezdi. Ancak bunu anlatmaya da imkân yoktu. Sonuç olarak önceden çekildiğim Yedinci Ordu Komutanlığı’na yeniden başlamak üzere Nablus’a gittim.
Aynı sıralarda mütareke yapılmıştı. Daha Halep’te iken hemen kabineyi (Hükümet) değiştirmek ve yerine isimlerini açıkça söylediğim kişilerden oluşan bir kabine geçirmek gereğini ve aynı zamanda benim İstanbul’a çağrılmamın yararlı olacağını açıktan açığa İstanbul’a bildirmiştim. Gerçi kabine kuruldu, ancak benim İstanbul’a çağrılmama gerek görülmedi, sonunda bu kabine de düştükten sonra İstanbul’a gittim.
İstanbul’a ulaştığımda benim gözümde durum şu idi, Mebuslar Meclisi nasıl davranılacağında kararsız idi.
Yeni görevlerinden düşmüş kişilerle ve milletvekilleriyle ayrı ayrı görüştüm. O zaman düşündüğüm şey, her çevreyi rahatlatarak ülkeyi savunmak için güçlü bir durumun ortaya çıkarılabileceği merkezinde idi. Ancak bu düşünce üzerinde gereği kadar çalışmaya zaman kalmadan Meclis’in dağıtılmasına şahit olduk.
İstanbul’un haysiyetli kişilerince türlü isimler altında programlar ve partiler kurularak kurtuluş yolları aranmakta idi. Bunların her birini ayrı ayrı araştırdım. Hiçbiri bir kurtuluş gücüne dayanmıyordu. Bundan dolayı hiçbiriyle işbirliğinden bir sonuç beklemedim. Onaylama gücünün doğrudan doğruya millet olacağı görüşü bende çok güçlüydü.
İstanbul’da oluşan durumlardan, yapılan girişimlerden, özellikle durumun güçlüğü ve acıklılığından milletin haberi yoktu. İstanbul’da oturup milleti bilgilendirmek imkânı da kalmamıştı. Bundan dolayı yapılacak şeyin İstanbul’dan çıkıp milletin içine girmek ve orda çalışmak olduğuna karar verdim. Bunun yapılış biçimini düşündüğüm ve bazı arkadaşlarla görüştüğüm sıradaydı ki; hükûmet beni Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermeyi önerdi. Bu öneriyi hemen seve seve kabul ettim ve tam Yunanlıların İzmir’e girdiği gün idi ki İstanbul’dan ayrıldım.
Benim düşündüğüm şu idi: Her tarafta türlü isimler altında birtakım teşekküller başlamıştı. Bunları aynı program ve aynı isim altında birleştirerek bütün milleti ilgilendirmek ve tüm orduyu da bu amaç için çalıştırmak lazımdı. Anadolu’ya girdiğim zaman; daha Ordu Müfettişi sıfatı ve yetkisi üzerimde iken bu noktadan işe başladım ve bu amaç az zamanda oluştu.
İzlediğim çalışma biçimi İstanbul’ca bilinince beni İstanbul’a çağırmak istediler. Gitmedim. Sonuç olarak istifa ettim.
Milletin bir bireyi olarak Erzurum Kongresi’ne katıldım. Erzurum Kongresi’nde belirlenen esasları tüm ülkeye yaymak amacıyla Sivas’ta da bir kongre yapıldı. Bu kongrelerin oluşturduğu Temsilciler Kurulu adındaki heyetle kongrelerin kararlarını uyguladık.
Milletvekillerinin yeniden seçilmesi, Meclis’in İstanbul’da açılması sağlanmışsa da Meclis’in işgale uğraması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturmaya girişilmiş ve böylece 23 Nisan tarihinde bu Meclis toplanıp işe başlamıştı. Teşkîlât-ı Esâsiye (Anayasa) Kanununda bulunup adı geçen kanunun özünü anlatan ve ilk projede anılan ilkelerin kökenine gelince; gerçekte öteden beri millî egemenliğin en iyi temsili imkânı olacağına ilişkin teorik olarak bazı araştırmalar ve teorik incelemelerden benim çıkarabildiğim sonuç şu idi: millî egemenliğin tümüyle ortaya çıkması, bunun gerçek sahibi olan tüm insanların bir araya gelip bunu gerçekten kullanmasıyla mümkündür. Ancak tüm Türkiye halkının toplanmasıyla bu amacın gerçekleştirilmesine uygulanabilir bir çözüm olsa bunların yetki sahibi vekillerinin bir araya gelip bu işi yapması olabilirdi. Millî hakimiyetimizin bir kişi, ya da sınırlı kişilerden oluşan bir kurul tarafından temsil edilmesi yüzünden ülkeyi ve milleti baskıcılıktan kurtaramadığımız tarihî olaylar ile delil müsbit olduğundan herhâlde bu temsil hakkını olabildiğince çok insandan oluşan ve vekillik süresini az bir kurulla temsil etmek ve ortaya çıkarmak, bence tek çözümdü. Ülke içinde ve millet içinde önce ve sonra yapmış olduğum araştırmalar ve incelemeler de bana bu düşüncenin uygulanmasında büyük imkânlar ve isabetler olduğu kanısını vermiştir.
Herhâlde halkımızı yönetim ile yakından ilgilenmek, yani yönetimi doğrudan doğruya halkın eline verebilecek bir yönetim şeklini kurmak hem millî hakimiyetin gerçek olarak temsili ve hem de bu sayede halkın benliğini anlaması bakımından gerekliydi. İşte bu düşüncelerin, bu araştırmaların esin kaynağı olarak proje yapılmıştı.
Halkçılık teşkilatı en ufak daireye kadar yayıldığında elde edilecek sonucun daha büyük ve verimli olacağına kuşku yoktur. Ülke ve milletin içinde bulunduğu güçlükleri ve savaş hâlini de düşünürsek Meclis’in çalışmalarının sonucunu ve oradaki başarılarını takdir etmemek imkânsızdır.
Misak-ı Millî, barış yapmak için en akıllıca ve asgari şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa ulaşmak için toplatacağımız ilkeleri içerir. Ancak ülke ve milleti kurtarmak için barış yapmak yeterli değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışma ondan sonra başlayacaktır.
Barıştan sonraki çalışmada başarılı olabilmek, milletin bağımsızlığının korunmasına bağlıdır. Misak-ı Millî’nin amacı onu sağlamaktır. Ülke ve milletin geleceğinden asıl emin olabilmesi, bir defa halkçılık temeline dayanan yönetim teşkilatının tümüyle yayılması ve biçimlendirilmesi ve uygulanmasıyla birlikte ekonomik durumumuzun millî refahımızı sağlayacak tarzda iyileştirilme ve canlandırılmasına bağlıdır.
Bu gerçeklikleri millî iman tanıyarak koruyabilecek bir toplantı kurulu olabilmemiz için de eğitimimizi tamamen uygulanabilir ve gerçek ihtiyacımıza uygun bir program çerçevesinde canlandırmak gerekir. Bu noktalarda başarı ile ülke bayındır hale getirilecek ve millet zenginleştirilebilecektir.
Küçük bir program kadrosu söylemek gerekirse; Teşkilât baştan sona kadar halk teşkilâtı olacaktır. Genel yönetimi halkın eline vereceğiz. Bu toplantı kurulunda hak sahibi olmak, herkesin gayret içinde olması kuralına dayanacaktır. Millet, hak sahibi olmak için çalışacaktır.
Düzeltilecek şeyler ekonomi ve eğitimdir. Böylece ülke bayındır hale getirilecek, millet refah sahibi olacaktır.
Hiçbir millet ve ülkeye karşı saldırı düşüncesi beslemeyiz. Ancak varlığımızı korumak ve bağımsızlık için bir de ülkemizin bu dediğimiz alanda gönül rahatlığı ve sonsuz inançla çalışarak refahlı ve mutlu olmasını sağlamak için her zaman ülke ve milletimizi savunmaya gücü yetecek bir orduya sahip olmak idealimizdir.
Yönetim Kurulumuzda tüm bu ilkelerin korunması tabiî. Buna göre hükûmet, doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi’nin kendisidir. Böyle yönetim işlerini ülkede yapacak olan bir kurulun, türlü düşünce ve inançlar çevresinde toplanmış partilerden çok, ortak temel noktalara saygı gösteren kaynaşmış ve dayanışmacı bir kurul olması istenmeye değerdir. Ancak toplantı esaslarımızın kaynağı olan millete şimdilik hayat ve gerçek mutluluklarını üstüne alan kamuoyunu kapsayacak bir biçimde belirsiz olduğundan, bundan yararlanarak kendi düşünce ve inançlarının yerindeliği düşüncesinde direnecek bazı insanların yine bazı kimseleri kendi görüşlerine bağlaması ve sonuç olarak parti hâlinde kuruluşlar oluşturmanın olabilirliği yüksektir.
Buna karşılık bazı özel inanışların varlığı, belki de düşüncelerin çarpışması için yararlı olabilir. Ancak eskisi gibi millet ve ülkeden kaynak ve dayanak noktası almayan ve onun gerçek çıkarlarıyla hiç ilişkisi olmayacak şekilde ya sadece teorik veya duygusal ve şahsî programlar çevresinde parti kurmaya kalkışacak insanların milletçe iyi kabul edileceğini sanmıyorum.
Benim tüm düzenleme ve uygulamalarda davranış kuralı olarak esas saydığım bir şey vardır: O da oluşturulan kurum ve kuruluşların kişiyle değil, gerçekle sürdürülebildiğidir. Bundan dolayı herhangi bir program filânın programı olarak değil, fakat milletin ve ülkenin ihtiyacına cevap verecek düşünceleri ve önlemleri içermesiyle değerli ve saygın olabilir.
Misak-ı Millî çerçevesinde varlığımızı sağladıktan sonra gürültü çıkarıp bozgunculuk ve kötülük edecek ve toprak genişletmek düşüncesinde bulunacak adamlar ortaya çıkamaz. Bence buna imkân yoktur.
Kaynak: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006.
Vakit: 10.01.1922.
Anıları

Dağ Başını Duman Almış
Yıl 1919… Ülke işgal altındaydı!
19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, İngilizlerin istediği gibi çalışmasına izin vermeyeceklerini gördü… Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar verdi.
İlk durak Havza olacaktı. Yâverinden, hemen bir otomobil bulunmasını istedi. Araştırıldı, soruşturuldu… Sonunda, Benz marka, çok eski bir otomobil bulunabildi. Mustafa Kemal, “Tamam,” dedi. Arkadaşları, “Ama çok eski,” diyerek kuşkularını belirttiler. Mustafa Kemal, “Olsun,” dedi. Arkadaşları, “Her an arıza çıkarıp bizi yolda bırakabilir!” diye uyarmak istediler. Bunun üzerine Mustafa Kemal, “Başka otomobil var mı?” diye sordu. Arkadaşları, “Yok,” dediler. “Öyleyse bununla yola çıkacağız!” Samsun’dan çıkıp Havza’ya doğru gecenin karanlığında yol almaya başladılar… Korkulan sabaha karşı başlarına geldi. Motor su kaynatmaya başladı… Suyun soğutulması ve değiştirilmesi beklenirken, Mustafa Kemal, otomobilden indi. Şafak yeni sökmekte… Dağların bulutlara değen tepeleri yeni yeni pembeleşmekteydi. O anda, Mustafa Kemal, daha önce kimsenin duymadığı bir marşı söylemeye başladı:
Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar…
Sesimizi yer, gök, su dinlesin, Sert adımlarla her yer inlesin!
Bu gök, deniz nerede var? Nerede bu dağlar taşlar? Bu ağaçlar, güzel kuşlar, Yürüyelim arkadaşlar…
Atatürk Şapka Devrimini Neden Kastamonu’da Yaptı
Şapkayı Orada Giyeceğim!
1925 yılı Ağustos ayı başlarındayız. Atatürk’ü ziyarete Kastamonu’dan bir heyet gelmişti. Atatürk o gün bir çok heyeti kabul etmiş ve yorulduklarından, Halk Partisi Genel Sekreteri Saffet (Arıkan) Bey’e; “Diğer heyetleri benim adıma sen kabul et ve önemli gördüğün heyetleri ise İsmet Paşa’ya götür.” demişti. Ancak Kastamonu heyeti geldiğinde nedense Saffet Bey, Atatürk’ü haberdar eder. Atatürk; “Bu heyeti ben Çankaya’da kabul edeceğim, yarın heyeti Çankaya’ya getir.” diye Saffet Bey’e direktif verir. Ertesi gün Atatürk, Kastamonu heyetini kabul ederek bir saate yakın heyet mensupları ile görüşür ve davetlerini hemen kabul eder. Atatürk; “Yakında Kastamonu’ya geleceğim, hemşehrilerime selâm söyleyiniz!..” diyerek heyeti uğurlar. Heyeti uğurladıktan sonra Saffet Bey’e; “Çocuğum, Kastamonu’ya gidiyorum, Şapkayı orada giyeceğim” der. Saffet Bey, Atatürk’ün uzun süredir, kılık kıyafet ve şapka sorunu ile meşgul olduğunu, hatta bazı arkadaşlarına İstanbul’da Beyoğlu’nda şapka giydirerek özellikle gezdirdiğini ve bu halin sonuçlarını incelettiğini biliyordu. Atatürk, Saffet Bey’e; “Kastamonu’yu niçin seçtiğimi bilemezsin. Dur anlatayım: Tüm vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile, yahut fesli, kalpaklı veya sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu il halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir. Saygılıdırlar, yumuşak başlıdırlar. Adları tutucu çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için “Şapkayı orada giyeceğim(1)” demiştir.
Atatürk ve Çoban
Atatürk arada bir güzel havalarda kırlara çıkmaya severdi.Bir arabaya atlar,bir süre gittikten sonra arabadan iner, biraz da yaya dolaşırdı. Böyle bir gezinti sırasında dağ başında, kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girişmiş, sürüden, koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: -Sen Atatürk’ü bilir misin? -Bilmez miyim efendi?Ona Gazi Paşa da derler. -Peki ne yapmış Gazi Paşa? -Efendi onun neler yaptığını sen daha iyi bilmelisin. -Onu görmek ister misin? -Ah, efendi istemem mi,ama ben onu nerden göreyim? -Öyleyse bana bak, o bana çok benzer. Çoban övünme saydığı bu söz üzerine dudak bükerek: -Haydi ordan.Senin kılığında Atatürk mü olur?Sakalın bıyığın bile yok,karşılığını vermiş. Atatürk, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir anı diye anlatır ve şöyle bitirirdi. -Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı,sakallı kalmaya razı oldum.
Atatürk’ün Coğrafya Dersinde Türkiye Haritasını Çizdirmesi
Samsun Lisesi’nde Coğrafya dersine girmesi ile ilgili hatırayı da Eflatun Cem Güney şöyle anlatıyor: Gazi, bu yurt gezilerinden birinde Samsun’a uğramıştı. Lise’de sınıflara girip çıktı. Hasan Ali Yücel Bakanlık Müfettişi, ben de o Lise’nin bir idarecisi olarak emirlerinde bulunuyorduk. Coğrafya dersinde çocuklardan birine yurt (Türkiye) haritası çizdirdi. Çocuk kendisine inanan bir rahatlıkla tebeşiri yürüttü ve umulmadık bir çabuklukla yurt haritasını yazı tahtası üzerinde çizileştirdi. Gazi, şöyle bir baktı. Sonra tatlı, yumuşak bir sesle: —Oğlum, dedi; şu senin haritada bin yıllık bir yurt parçası sınırlarımızın dışında kaldı. Bu tomurcuk yavrunun körpe zekâsı, bir çift mavi gözle kamaşmıştı. Bilerek, bilmeyerek tebeşiri uzattı. Gazi de çocuğun titreyen parmaklarından aldı ve güney sınırlarımızı düzeltti. Herkes göz kulak kesilmişti. Çizdiği sınır Hatay topraklarından geçiyordu. Çocuğa döndü: —Böyle olmayacak mı? dedi. Bu küçük çocuk, büyük bir cevap verdi: —Sınırlarımız çizdiğiniz yerden geçer.
Vasiyeti

"Malik olduğum bütün nutuk ve hisse senetleriyle Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi'ne atideki şartlara, terk ve vasiyet ediyorum:
1. Nutuk ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2. Her seneki gibi nemadan, nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda bin, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3. Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek, ayrıca para verilecektir.
4. Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5. İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6. Her sene nemâdan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir."
Mustafa Kemal Atatürk
İlkeleri
Cumhuriyetçilik
Milliyetçilik
Halkçılık
Devletçilik
Laiklik
Devrimcilik
Söylevleri

10. Yıl Nutku
Türk Ulusu!
Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın 15'inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu anda büyük Türk ulusunun bir bireyi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve coşkunluğu içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki başarıyı, Türk ulusunun ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlılıkla yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı hiçbir zaman yeterli göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak zorunluluğunda ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en bayındır ve uygar ülkeleri düzeyine çıkaracağız. Ulusumuzu en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip kılacağız. Ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş yüzyılların gevşetici görüşüne göre değil, çağımızın hız ve hareket kavramına göre düşünülmelidir. Geçen zamana oranla, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da başarılı olacağımıza kuşkum yoktur. Çünkü Türk ulusunun karakteri yüksektir. Türk ulusu çalışkandır. Türk ulusu zekidir. Çünkü Türk ulusu, ulusal birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Çünkü Türk ulusunun yürümekte olduğu yükselme ve uygarlık yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, pozitif bilimdir. Şunu da önemle belirtmeliyim ki, yüksek bir insan topluluğu olan Türk ulusunun tarihsel bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, ulusumuzun yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, doğuştan zekasını, bilime bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, ulusal birlik duygusuna ara vermeden ve her türlü araç ve önlemlerle besleyerek geliştirmek ulusal ülkümüzdür. Türk ulusuna çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün insanlığa gerçek huzurun sağlanması yolunda, kendine düşen uygar görevi gerçekleştirmesinde başarılı kılacaktır.
Büyük Türk Ulusu!
Onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde başarı vaadeden çok sözlerimi işittin. Mutluyum ki, bu sözlerimin, hiçbirinde, ulusumun, hakkımdaki güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı inanç ve kesinlikle söylüyorum ki, ulusal ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk ulusunun büyük ulus olduğunu bütün uygar dünya, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Hiçbir an kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk Ulusu!
Sonsuzluğa akıp giden her on yılda, bu büyük ulusal bayramını daha büyük onurla, mutluluklarla, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türk'üm diyene!
Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1933, Ankara
Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.
Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî, bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asîl kanda, mevcuttur.
Ne Dediler?

■ Türkiye tarihi, bugün her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir haldedir. Ve Atatürk'ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temel öğelerinden biridir. Charles de Gaulle, Fransa
■ Dünya sahnesinden tarihin en dikkat çekici adamlarından biri geçti. Chicago Tribune
■ Savaş sonrası döneminin en yetenekli liderlerinden biri. New York Times
■ İnsanı teslim alıcı fevkalade önderlik kuvveti vardır. O, tetiktir, hazır cevaptır, dikkati çekecek kadar zekidir. Gladys Baker, Gazeteci, ABD
■ O, kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmağa uğraşan bir kahramandı. Prof. Walter L. Wriht, Almanya
■ Atatürk Türkiye'yi tek düşmanı kalmaksızın bırakmıştır. Bu zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır. Alman Völkischer Beobachter Gazetesi
■ Almanya, Atatürk'ün eserine ve mücadelesine hayrandır. Onda, tarihi eseri, özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir. Berlin, Alman Ajansı
■ Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk'ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar. Herbert Melzig, Alman Tarihçi
■ O, kendi milleti ve beşeriyet âlemi için beslediği muhabbetle, bir dâhinin neler yarattığına dair, cihana fevkalade heyecanlı bir sahne seyrettirmektedir. Herbert Melzig, Alman Tarihçi
■ Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle birleşmiş olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; Anadolu dağlarının en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır. Illustrierte Dergisi, Almanya
■ Eski Osmanlı imparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken, milli bir Türk Devleti'nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur. Atatürk'ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur. Prof. Maurice Beaumont, Fransa
■ İnsanlığın bütün belirtileri O'nda kendini hemen gösteriyor. Noelle Gazetesi, Fransa
■ Çok büyük bir adamdı. Bir siyasi dahiydi. Fransiz Excelsior Gazetesi
■ Dünyanın, çağdaş, en büyük kişilerinden biri. Le Jour-Echo de Paris
■ Atatürk'un yurt kurtarıcı olduğunu, milletlerin en vefalısı olan Türkler asla unutmayacaklardır. Noell Roger Gazetesi, Fransa
■ Karşımdaki bu büyük adamda, keşfettiğim bu büyük meçhulde maharet ve karakter o kadar iyi işlenmişti ki, sözlerinde hiçbir şüphe aranamazdı. Claude Farrère, Fransız Yazar
■ Asırları aşan adam ! Paris Basını, Fransa
■ Bugünün Türkleri, yüzyıllar önce Avrupa’yı titreten canlı millet durumuna erişmiştir. Ve bu akşam O büyük ölünün başında bekleyen Türkiye, güçlü ve dipdiri Türkiye'dir. Pierre Dominique, Fransız Gazeteci
■ Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların tarihinde izlerini bırakacaktır. Albert Lebrun, Fransız Cumhurbaşkanı
■ Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam, bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekete, bulabilecek en şerefli isim O'na verilmiştir. Mercel Sauvage, Fransız Gazeteci
■ Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Atatürk yüzyıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı. Gerard Tongas, Fransız Yazar
■ Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; O'nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felaketinin içine sürüklemişlerdir. Sanerwin Gazetesi, Fransa
■ Yeni Türk Devleti ile Ankara Antlaşması’nın imzalanması nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı" diyenlere Fransız Başbakanının Mecliste verdiği cevap:"Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O'nun tüm askerleri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum. Briand, Fransa Başbakanı, 1921
■ Denilebilir ki onsuz, İslam âlemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. Berthe Georges Gaulis, Fransa
Atatürk ve Bornova
Yüz yıldan bu yana süren tartışma…
Türkiye’de ilk Atatürk anıtı hangisi?
■ Türkiye’deki ilk Atatürk anıtı hangisi?
■ Neredeyse yüz yıldan bu yana sürmekte olan bir tartışma bu. Biri İstanbul Sarayburnu’nda, diğeri ise Bornova’da E.Ü. Bilgisayar Mühendisliği bahçesinde bulunan ve her ikisi de Avusturyalı Heykeltraş Heinrich Krippell’in eseri olan Atatürk anıtları…
■ Aslında İzmirli Gazeteci Alaattin Gürırmak’ın 9 Kasım 2012 tarihli 9 Eylül Gazetesi’ndeki haberiyle gerçek ortaya çıkmıştı. Habere göre hemen her yerde bahsedildiği gibi Türkiye’de dikilen ilk Atatürk Anıtı Sarayburnu’ndaki anıt değil, ondan 3 Ay önce Bornova’da Ziraat Mektebi bahçesine dikilen anıttı.
■ Mevzu çok netti. “İlk Atatürk Anıtı” olarak kabul edilen Sarayburnu’ndaki anıtın kitabesindeki tarih 3 Ekim 1926, Bornova’daki Atatürk Anıtının kitabesindeki tarih ise Haziran 1926’ydı. Yani kitabelere göre Bornova’daki Atatürk Anıtı 3 ay önce dikilmişti.Fakat temkini elden bırakmayan bazı tarihçi dostlarımız Bornova’daki Atatürk Anıtının üzerindeki tarihin, Atatürk’ün 18 Haziran 1926’da Bornova’ya gelişi nedeniyle Haziran 1926 olarak yazılmış olma ihtimalinden bahisle heykelin daha sonraki tarihlerde dikilmiş olabileceğinden söz ettiler.
■ Bu nedenle de ilk Atatürk Anıtının Sarayburnu’ndaki anıt olduğu söylemine devam edildi.Ama aslında 15 Temmuz 1926 tarihli Servet-i Fünun Dergisi’nde yayınlanan bir fotoğraf bu konudaki tartışmaya çoktan son noktayı koymuştu.
■ 3 Ekim 1926 tarihinde Sarayburnu’nda açılışı yapılan Atatürk heykeline “ilk Atatürk heykeli budur” deniliyordu ama o tarihten 2,5 ay önce yayınlanan 15 Temmuz 1926 tarihli Servet-i Fünun Dergisinde Bornova’daki Atatürk Anıtının fotoğrafı yayınlanmıştı.İstanbul ile İzmir arasındaki hangisinin ilk Atatürk Anıtı olduğuna dair tartışma sadece bu günlerde değil daha ilk günlerden itibaren yaşanmaya başlamış.
■ Tartışmayı başlatan da 29 Eylül 1926 tarihli Hizmet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber olmuş. “Gazimizin Heykeli, Resmî Küşadı Yapılıyor” başlıklı ve “Önümüzdeki Pazar ertesi günü merasim-i mahsusa ile heykelin resmi küşadı yapılacak ve bu suretle Büyük Halâskârımızın Türkiye’de ilk defa olarak heykeli rekz etme şerefi İstanbul’a ait olacaktır.“ cümlesiyle son bulan haberin yayınlandığı Hizmet Gazetesi İzmir’e ulaştığında özellikle Bornova’daki İzmir Mıntıka Ziraat Mektebi’nde büyük tepki yarattı.
■ Mektep Müdürü Abidin Ege hemen bir telgraf göndererek bu habere tepki gösterdi.. Abidin Bey 30 Eylül 1926 tarihli Hizmet Gazetesi’nde yayınlanan telgrafında, “Gazimizin heykeli evvela İstanbul'da değil İzmir'de rekz olunmuştur. Bugünkü hizmet gazetesinde bir telgraf gördüm. Gazi hazretlerinin heykelinin Sarayburnu’na dün rekz edildiği ve resm-i küşâdı yapıldığı bildiriliyor ve altına da Türkiye'de Gazi hazretlerinin heykelinin ilk defa rekz şerefini İstanbul vilayeti ihraz etmiştir ibaresi ilave ediliyor. Hâlbuki bundan tam üç buçuk ay evvel Gazi hazretlerinin İzmir'i teşrifi münasebetiyle gazinin ilk heykeli İzmir'de ziraat mektebinin bahçesinde gayet müsennâ mermer bir kaide üzerine rekz edilmiş ve 22 Haziran 926’da gazi hazretlerinin mektebimizi teşrifinde kendileri tarafından bizzat resm-i küşadı yapılmıştır. Binâenaleyh gazinin ilk heykelini dikmek şerefini İstanbul değil İzmir kazanmıştır. Lütfen ceride-i muhteremeleriyle o suretle tevzihini bir İzmirli sıfatıyla rica eder teyid-i müddet ve hürmet eylerim efendim. İzmir mıntıka Ziraat mektebi müdürü M. Abidin” şeklindeki cümlelerle Hizmet Gazetesi’nde çıkan habere itiraz etmişti.
■ Abidin Ege bu telgrafıyla Sarayburnu’ndaki anıtın ilk Atatürk anıtı olduğuna dair habere itirazının yanı sıra ayrıca tarihe de çok önemli bir kayıt bırakmış.
■ Dikkatinizi çektiyse Abidin Ege Atatürk’ün Bornova Ziraat Mektebine geliş tarihini 22 Haziran 1926 olarak bahsetmiş. Bu tarih hiçbir kayıtta yok. Eldeki kayıtlar Atatürk’ün Bornova Ziraat Mektebine geliş tarihinden 18 Haziran 1926 olarak söz eder. Atatürk’ün Bornova Ziraat Mektebine gelişi ile ilgili bu tarih farklılığı nedeniyle Abidin Ege’nin telgrafı tutarsız ya da çelişkili olarak yorumlandı ve bazı akademisyenler ve ben de dâhil olmak üzere pek çok kişi tarafından gerçeği yansıtmadığı düşünüldü.
■ Atatürk’ün 16 Haziran ve 9 Temmuz 1926 tarihleri arasında İzmir’de olduğunu ve 18 Haziran’da Bornova’da Ziraat Mektebi’nin bahçesinde şerefine düzenlenen bir baloya katıldığını tarihsel kayıtlardan biliyoruz. Ama “tarihsel kayıtlarda yok” diye Abidin Ege’nin mektubunda söz ettiği Atatürk’ün 22 Haziran’da da Bornova’ya gelmiş olma ihtimalini yok saymamak gerekirdi.
■ 100 yıl ya da 10 yıl sonra değil, daha o günlerde yazdığı böylesine ciddi bir tekzip mektubunda Abidin Bey bu kadar büyük bir tarih hatası yapar mıydı sizce?Ya da Atatürk henüz hayattayken Abidin Bey herkesin ve tabii ki Atatürk’ün de okuyacağı bir gazeteye yanıltıcı bir beyanda bulunur muydu?
■ O da imkânsız…
■ Bir de kendimize soralım; Atatürk evimize konuk olsa, o tarihi unutur muyuz?
■ Asla unutmayız değil mi?
■ Abidin Bey de bırakın unutmayı Hizmet Gazetesine gönderdiği mektupla tarihe bile kaydetmiş.
■ Biz de burada bir kez daha not düşelim.
■ Türkiye’nin ilk Atatürk anıtı 22 Haziran 1926 tarihinde Bornova Ziraat Mektebi bahçesinde açılmıştır.
■ O açılışa Gazi Mustafa Kemal Atatürk de tanıklık etmiştir.
■ Bu durumda bir sonuç daha ortaya çıkıyor…
■ Türkiye’deki ilk Atatürk anıtı olan Bornova’da Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendislik Fakültesi bahçesindeki büst heykel, kendine ait anıtların açılışına katılmayı sevmediğini bildiğimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün muhtemeldir ki biraz da ilk kez kendi heykelini görecek olmanın merakıyla açılışına katıldığı ilk ve son anıttır. İhtimal o ki biraz da garipsediği için Atatürk bundan sonra kendine ait hiçbir anıtın açılışına katılmamıştır.
ATATÜRK BORNOVA’YA KAÇ KEZ GELDİ?
■ Rus Bandralı vapurla Trablıusgarp’a gönüllü olarak giderken Urla tahaffuzhanesinde karaya inmeksizin İzmir’i uzaktan gördüğü 17 Ekim 1911 tarihini de listeye dâhil edersek Gazi Mustafa Kemal Atatürk tam 18 kez İzmir’i ziyaret etmiş.
■ Gazi Paşa’nın bu 18 ziyaretten kaçında Bornova’ya geldiğine birlikte göz atalım…
■ Eylül 1922: Ege Üniversitesi Rektörlük binasının karşısında yer alan Steinbuchell köşkü o günlerde Bayan Hortence Wood ve kız kardeşinin kullanımındaydı. Düzenli olarak günlük tutmakta olan Hortence Wood’un notlarından anlıyoruz ki Mustafa Kemal Paşa beraberindeki İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Asım (Güven) Paşa ve Halide Edip Hanım’dan oluşan grupla birlikte 16-17 Eylül 1922 tarihlerinde iki gün Bornova’ya gelerek dar dairedeki toplantılarını bu köşkte yapmıştı. Ortada herhangi bir belge yok, ama düşüncemiz o ki… Erkan-ı Harbiye Riyaseti ve Batı Cephesi Kumandanlığı o süreçte Bornova’da olduğu için Atatürk sadece 16-17 Eylül günlerinde değil, o günlerde muhtemelen defalarca Bornova’ya gelmişti.
■ 27 Ocak- 18 Şubat 1923: Atatürk ile Latife Hanımın sinematograf ile çekilen hareketli görüntülerinde konuk oldukları evin mimari detaylarından Edward Whittall köşkü olduğunun ortaya çıkarılması sonucunda anlaşıldı ki gün olarak tam tarihi bilinmese de Atatürk 1923 İzmir ziyaretinde de Bornova’ya gelmiş. Atatürk’ün Bornova’ya bu gelişindeki görüntüler O’nun Bornova’daki bilinen ilk ve tek hareketli görüntüleridir.
■ 8 Ocak 1924: 1924 yılında tam 52 gün (2 Ocak- 22 Şubat arası) İzmir’de kalan Gazi Paşa, 8 Ocak 1924 günü Işıklar Köyü’ndeki kız ve erkek mekteplerini ziyaret etti.
■ Ekim 1925: İzmir’de bulunduğu 11-16 Ekim tarihleri arasında önce 12 Ekim’de Kemalpaşa’daki ordu manevralarını izledikten sonra Bornova’daki Türk Ocağı’na gelen Gazi Paşa 15 Ekim’de de bir kez daha Bornova’ya gelerek Ziraat Mektebi’ni ziyaret etti.
■ Haziran 1926: 16 Haziran’da İzmir’e gelen Gazi Paşa onuruna Bornova Ziraat Mektebinde bir garden parti planlanmıştı. Ancak bir gün önce ortaya çıkarılan suikast teşebbüsü nedeniyle parti 2 gün ertelendi. 18 Haziran günü saat 21,30’da Bornova’ya gelen Gazi Paşa, keyifli saatler geçirdiği bu garden partinin ardından 19 Haziran sabahı saat 03’te Bornova’dan ayrıldı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti İlelebet payidar kalacaktır” sözünü Bornova’daki garden partiden ayrıldıktan kısa süre sonra Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte söylemiştir.
■ Mart 1930: Beraberindeki İçişleri Bakanı ve Milletvekilleri ile birlikte 2 Mart günü Bornova Ziraat Mektebi’ne gelen Mustafa Kemal Atatürk, okulda yapılan çalışmaları inceledi ve öğrenci ve öğretmenlerle birlikte öğlen yemeği yedi.
■ Haziran 1926: 16 Haziran’da İzmir’e gelen Gazi Paşa onuruna Bornova Ziraat Mektebinde bir garden parti planlanmıştı. Ancak bir gün önce ortaya çıkarılan suikast teşebbüsü nedeniyle parti 2 gün ertelendi. 18 Haziran günü saat 21,30’da Bornova’ya gelen Gazi Paşa, keyifli saatler geçirdiği bu garden partinin ardından 19 Haziran sabahı saat 03’te Bornova’dan ayrıldı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti İlelebet payidar kalacaktır” sözünü Bornova’daki garden partiden ayrıldıktan kısa süre sonra Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte söylemiştir.Bornova Ziraat Mektebi Müdürü Abidin Ege’nin o günlerde basına da yansıyan notlarından anlıyoruz ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk 22 Haziran 1926 tarihinde bir kez daha mektebi ziyaret etmiş ve Türkiye’deki ilk Atatürk anıtı olan kendi büst heykelinin açılışına katılmış.
■ Mart 1930: Beraberindeki İçişleri Bakanı ve Milletvekilleri ile birlikte 2 Mart günü Bornova Ziraat Mektebi’ne gelen Mustafa Kemal Atatürk, okulda yapılan çalışmaları inceledi ve öğrenci ve öğretmenlerle birlikte öğlen yemeği yedi.
■ Şubat 1933: 2 Şubat Günü Bornova Ziraat Mektebinin yeni binasını incelemek için Bornova’ya gelen Gazi Paşa o gün ayrıca Bornovalıların büyük sevgi gösterileri eşliğinde Bornova Halk Fırkası binasında Bornovalılarla bir araya geldi.
■ Nisan 1934: 57. Tümen’in manevralarını izledikten sonra Tümen Komutanı Baki Vandemir’in daveti üzerine Gazi Paşa 11 Nisan günü Bornova’ya geldi. Bornovalıların yoğun sevgi gösterileriyle karşılaşan Gazi Mustafa Kemal bir anda aracından inerek Bornovalıların arasına karıştı ve yürüyerek onlarla sohbet etti. Bir süre Zabit Yurdu’nda (Günümüzde Subay Ordu Evi) dinlenen Gazi Paşa daha sonra yine Bornovalıların coşkun sevgi gösterileri arasında Bornova’dan ayrıldı.
■ Haziran 1934: Konuğu İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte yurt gezisine çıkan Gazi Mustafa kemal Paşa 22 Haziran günü Şah Pehlevi ile birlikte Bornova Ziraat Mektebi’ne geldi. Bir süre okulun laboratuvar ve dershanelerini gezen Gazi Paşa ve Şah Pehlevi okulun bahçesinde meyvelerle donatılmış bir sofrada biraz dinlendikten sonra Bornovalıların sevgi gösterileri arasında Bornova’dan ayrıldılar.Tam 9 kez gelmiş Atatürk Bornova’ya. Atatürk’ün Bornova’yı ziyaret ettiği günlerde Bornovalıların yaşadığı heyecanı 98 yaşındayken 2020 yılında vefat eden Rahmetli Faruk Elmalıoğlu’ndan bizzat dinlemiştim. Okullar tatil olurmuş, bayram olurmuş Bornova’da.
Bir fikir:
Atatürk’ün Bornova’da olduğu günlerden biri her yıl “Bornova Günü” ya da benzer bir isimle kutlansa eminim Bornovalılar çok mutlu olacaktır… İlgililerin dikkatine…
Gazi Paşa’nın Bahçesi
■ Gazi Mustafa Kemal Atatürk asıl kurtuluş mücadelesinin eğitim, sanayi ve iktisat mücadelesi olduğunu çok iyi biliyordu.
■ Daha önceki yıllarda Yahudi Ziraat Okulu olarak kullanılan ve bir süre atıl durumda kaldıktan sonra 9 Eylül 1922’den sadece 3 ay sonra Aralık 1922’de açılışı yapılan Bornova Ziraat Mektebi, Mustafa Kemal Atatürk’ün asıl kurtuluş mücadelesine olan inanç ve azminin en büyük göstergesidir.
■ Kuruluş döneminde ‘İzmir Mıntıka Ziraat Mektebi’ adıyla anılan Bornova Ziraat Mektebi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitim konusunda Türkiye’nin gurur vesilesi olan kurumlardan biriydi.
■ Ziraat Mektebi’nin kuruluş amacı, ”Türk çocuğunu Ziraat Mektebi’nde, hayatını bizzat emeğiyle kazanacak maddi ve manevi malumatla teçhiz etmek, yetiştirmek gayesindedir” sözleriyle belirlenmişti. Asıl amaç, elbette zirai eğitim vermekti, ancak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de donanımlı, milliyetçi ve Cumhuriyet’e sahip çıkacak gençlere ihtiyacı vardı. Bu nedenle Bornova Ziraat Mektebi, halka ve köylüye rehber olacak gençler yetiştirmeyi de ilke edinmişti.
Ege Üniversitesi’nin temeli oldu
■ Gazi Paşa, devletin umut bağladığı eğitim kurumlarının en önemlilerinden biri olan Bornova Ziraat Mektebi’nin bulunduğu bahçeyi 1922 yılında da ziyaret etmişti, ama Ziraat Okulu faal hale geldikten sonraki ilk ziyareti 15 Ekim 1925 tarihindedir. Gazi Paşa o gün Çalışmaları izledi. Okul Müdürü ve öğretmenlerden bilgi aldı. . Üçüncü ziyaret 18 Haziran 1926’dadır. O günün akşamında Mustafa Kemal Atatürk onuruna bahçede bir parti düzenlenir. Gördüklerinden son derece hoşnut olarak Bornova’dan ayrılan Mustafa Kemal Paşa’nın bu ziyaretinin anısına okulun bahçesine Avusturyalı heykeltıraş Heinric Krippel tarafından yapılan bir Mustafa Kemal Atatürk büstü dikilmiştir. Dönemin Ziraat Mektebi Müdürü Abidin Bey’in (Ege) basın açıklamalarından anlıyoruz ki Atatürk 22 Haziran 1926 tarihinde bu büstün açılışına da katılmıştır. Bu büst Türkiye’deki ilk Atatürk anıtıdır. Bu anıtın açılışına katılışı Atatürk’ün Ziraat Mektebi’ni dördüncü ziyaretidir.
■ 2 Mart 1930’da beşinci kez Bornova Ziraat Mektebi’ne misafir olan Mustafa Kemal, o gün öğrencilerle birlikte bir de öğle yemeği yer.
■ Bornova Ziraat Mektebi, zaman içinde öğrenci sayısının artması ve binaların yetersiz kalması nedeniyle 1931 yılında törenlerle temeli atılan yeni binasına 1933 yılında kavuştu. Gazi Paşa’nın Bornova Ziraat Mektebi’ni altıncı ziyareti bu binanın açılışı nedeniyledir. Bu bina halen Ege Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü olarak hizmet vermektedir.
■ Mustafa Kemal, Bornova Ziraat Mektebi’ni son olarak 22 Haziran 1934’te İran Şahı Rıza Pehlevi’yle birlikte ziyaret etti. Bornova misket üzümlerinin tadına baktı ve bahçedeki kameriyenin altında Şah Pehlevi’yle kahve içti.
■ Bornova Ziraat Mektebi, 1955 yılında Ege Üniversitesi’nin kuruluşuyla görevini Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne devrederek Ege Üniversitesi’nin temelini oluşturmuştur.
■ Mustafa Kemal Atatürk’ün tam 7 kez ziyaret ettiği bu bahçe ve binalar; Ege Üniversitesi’nin, Bornova’nın ve tüm İzmir’in gururudur.